Anasayfa Haberler Kitap Eleştirileri Film Eleştirileri Yazılar

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Orhan Pamukgillerden Cevdet Bey ve Oğulları - KİTAP

Nobel ödüllü ilk ve tek edebiyatçımız Orhan Pamuk’un ilk romanı “ Cevdet Bey ve Oğulları”. Bu eseri Pamuk 22 yaşında başlayıp 26 yaşında bitirmiştir, ama ne bitirme! İletişim yayınlarından çıkan eser 610 sayfalık güçlü bir hacme sahiptir.
Nişantaşı’nda zemin salmış bir ailenin 3 kuşağı anlatılır.  Cumhuriyetin ilk yılları ve Modern İstanbul’a geçiş ile zaman mevhumu ilerler. İsminden de anlaşılacağı üzere Cevdet Işıkçı, ailenin büyüğü ve babası. Köşk metaforu sosyal sınıf simgesi. Olaylarda kuşak çatışması ve ailede ki değişimden kaynaklı arıza ve hataları gözler önüne serer.  Eserin ilk bölümü olan 85 sayfada Pamuk, sadece 1 günü anlatmış, evet bir günü anlatmıştır ama ne anlatma. Hiç sıkmaz sizi öyle bir sürükler ki genç bir yazarın fazlaca girdiği ayrıntıları bile görmezden gelirsiniz.

Öyle aksiyon falan bulunmamakla birlikte bir ailenin gündelik sıkıntı ve mutlulukları ancak bu kadar merak ettirilebilir.  Sanki Cevdet Bey’in günlüğünü okurcasına bir etkileyicilik, kasıtlı yapılmış yazım yanlışları  “abtes”  gibi size doğallığın içine çekecektir. 

Orhan Pamuk’un çoğu romanını okumuş biri olarak diyebilirim ki; Cevdet Bey ve Oğulları bambaşka bir kalemden çıkmış gibi, o kadar sadeliğin ve sıradanlığın içinde, bu kadar sürükleyiciliği başka bir eserde daha karşılaşmadım ne yazık ki. Klasik roman uyarlaması giriş gelişme sonuç olmasına karşın ediplik bu olsa gerek. Sanki kalemi eline alsan yazabilecekmişsin gibi his vermekle, bu kararlılığı sağlamanın hayalini bile kuramıyorsunuz. Eser güzel mi? Güzel. Başyapıt mı? Hayır.   Kendisine sorulduğunda o da “ilk romanımız kısmet” der, geçiştirir.

Türk burjuvazisi en iyi tahlil eden Orhan Pamuk’u tavsiye etmek ne haddimize, ama bir tatil beldesinde 1 ayınızı ayırarak, aklınızı yormayarak, dizi kıvamında ki bu kalın kitaba cesaret edebilirsiniz belki de.


Saygı ve hürmetle... 
Yunus Yücetürk
Devamını Oku »

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı

Bir eseri tanıtmaktan ziyade eleştirmek çok daha zorlu bir uğraş olsa gerek. Ben de Prof. Robert Olson'un 'Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı' kitabını seçerken eleştirmekten ziyade tanıtmayı tercih ettim. Belki de bir mesuliyetten kendimi azad ederek kritik kısımını eseri okuyacak olanlara bıraktım diyebilirim.
Evvelin müelliften bahsedecek olursak Prof. Robet Olson Kentucky Üniversitesi`nde Ortadoğu ve İslam Tarihi öğretim üyesidir. Ortodoğu ve Kürt Tarihi üzerinde çok önemli eserler kaleme almıştır. Ve Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi alanında önemli bir boşluğu doldurmuştur.

Neden Kürt Tarihi?
Robert Olson'a göre Kürt tarihini incelemek veya kabul etmek neden kaçınılmazdır?

Bu sorunun cevabını müelliften alalım: ''Kürt halkının tarihini ve katkılarını incelemeden Osmanlı ve Türkiye tarihini yazmak, Amerikalı zencilerin tarihini ve etkisini incelemeden; Amerikan tarihini veya Sovyet Müslümanları`nın tarihini ve tesirini incelemeden Sovyet tarihini yazmaya benzer"

Robert Olson malum eserinde Şeyh Said'in Türkiye Cumhuriyeti ve Kemalist rejimle mücadesine gelmeden önce Kürt Milliyetçiliğinin kökenlerine inmeye çalışır. Ve Kürt Milliyetçiliğini Şeyh Said'e kadar 4 evre içerisinde inceler.

1) Şeyh Ubeydullah Nehri ve onun kurduğu Kürt İttihadı önderliğindeki hareket
2) Hamidiye Alayları'nın kurulduğu 1891'den 1. Dünya Harbi'ne kadar süren dönem
3) 1. Dünya Harbi hadiselerinden Sevr Muahedesi'ne kadar süren dönem
4) 1. Dünya Harbi ertesinden Şeyh Said hareketine giden savaş sonrası gelişmeleri.

Şeyh Ubeydullah Nehri'nin Kürdistan tahayyülü ile Kürt milliyetçiliği'nde Şeyhlerin rolü ortaya çıkıyor. 2. Mahmud döneminde Kürt Emirlerin pasifize edilmesiyle Kürdistan'da Şeyhlerin siyasi rolü oldukça önem kazanmıştı. Şeyhler de zaten halkın desteğini bulmakta hiç zorlanmıyorlardı.

1891'de Hamidiye Alaylarının kurulmasıyla göçebe kürt aşiretleride kürt milliyetçiliğinde etkin rol oynamaya başlamıştı. Müellife göre 'Hamidiye dönemi, yükselmekte olan Kürt milliyetçiliğinin evriminde gerekli bir fasıla olarak, bu evrimin 3. evresini belirlemiştir. Bu dönem Sünni Kürtler arasında dayanışma duygularına katkıda bulunmuş ve pek çok Kürt gencine önderlik fırsatları sunmuştur. Dahası Hamidiye alayları pek çok Kürde askeri teknoloji ile donanım bilgisi ve bunları kullanabilme kabiliyeti sağlamıştır. ' (kitaptan sf. 36-37)

1908'den 1924'de kadar Kürt Milliyetçiliği bölümü Şeyh Said'i anlamak için çok büyük ehemmiyet arz ediyor. 1908 Jön Türk İhtilali, özellikle İstanbul'da Kürt Milliyetçi teşkilatlarının kurulmasına neden oldu. İlk teşkilat Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti'ydi. Uzun ömürlü olmadı Jön Türkler tarafından 1909'da kapatıldı. Sonrasında ikinci bir örgüt Hevi-i Kürt Cemiyeti (Kürt Ümidi Derneği) kuruldu. Bu oluşumlar Kürt örgütlenmelerinin ilk çekirdeklerini ortaya koydular. Şeyh Said hadisesinde önemli rol oynayacak olan örgüt Ciwata Xwesseriya Kurd (Kürt İstiklal Cemiyeti) idi.

Bu bölümde Prof. Robert Olson çok önemli bir soru olan Büyük Britanya'nın Kürdistan'ı destekleyip desteklemediği sorusuna cevap veriyor: 'O Britanya'ki Irak'ı işgali, İran üzerindeki etkisi ve Sevr Muahedesi'ni imzalamış olması ile birleşik bir Kürdistan olamayacağını, açıklığa kavuşturmuş bulunmaktadır. ' (kitaptan sf. 49) Robert Olson'ın düşüncesi, Büyük Britanya'nın yükselen bir Türk milli kuvvetleri karşısında Kürt bağımsızlık hareketini desteklemenin mümkün olmadığı ve Britanya'nın siyasi çıkarlarına aykırı olduğu yolundadır.

Şeyh Said Meselesi ve Ciwata Xweseriya Kurd (bilinen adı ile Azadi) 'ün isyana etkisi.. Bir takım görüşlere göre örgütün kurucusu Miralay Halit Cibran Bey'dir ve Şeyh Said ile evlilik yolu ile akrabadır. Örgütün Kürdistan'da 23 şubesinin olduğu düşünülmektedir. Çok gizli bir yapılanmaya sahiptir. Bu yüzden örgüt hakkındaki bilgiler oldukça kısıtlıdır. Yazar yine bu bölümde örgüt ile Şeyh Said'in arasındaki bağı vurguluyor. Şeyh Said'in Azadi kongresine katılması ve önderliğine kadar bir çok mesele masaya yatırılıyor. Yazara göre herşeyden önce Şeyh Said'in mektuplarından gelen bilgilerden anlaşılacağı üzere Şeyh Said, Kürt milletine sadık bir liderdi. Ve İslami kaygılarından ötürü yeni kurulan yönetim ile hiç bir şekilde uzlaşması mümkün değildi. Kürdistani ve İslami bir harekete önderlik etmesi için bir çok sebebi vardı.

Mondros'tan Lozan'a Kürtlere yönelik İngiliz Politikası başlığındaki uzun bir bölümde ise Churchill'in öderliğinde Edward William Noel ve Percy Cox'ın Kürdistan üzerine olan görüşlerine ağırlık veriliyor. Ve müellif burada İngiliz arşivlerinden yararlanıyor. Yine aynı bölümde Şeyh Mahmud Berzenci'nin rolü işleniyor.
Ve son bölüm olarak Şeyh Said isyanı detaylarıyla inceleniyor. Bu bölümde Şeyh Said hareketine katılımdan, hareketin tüm ayrıntılarına, sonuçlarına ve uluslararası boyutlarına değiniliyor.

***

Son olarak 'Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı' eserinin Wadie Jwaideh'in 'Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi' eseri ile birlikte kritik edilmesini tavsiye ederim.

İnşallah bu önemli eseri layıkıyla bir nebze olsun tanıtabilmişimdir. .


Abdulmelik ARGIN
Devamını Oku »

Kitaplardan Medet Ummak ve Bulmak

Hayat engebelerle doludur, en ufak hayallerin peşinde de koşsan en büyük hedeflere doğru yürüsen de, bu engebelerle yüzleşmek, mücadele etmek zorunda kalırız. Bazen en ufak sorunların debdebesinde boğulur bazen büyük sıkıntıların deryasında kendimizi kaybederiz. Herkesin sorunu kendine büyüktür. Sorunlara takılıp orada kalmak ta kişinin kendisine bağlıdır. Yağmur gibidir insan, bazen meyve dallarında yeşerir bazen de boşuna akar hayatın yolunda...
Yazarın da kendince yaşadıkları vardı, yaşayıp ta bırakamadığı sıkıntıları, yormuştu onu ve artık bezgindi. Gündelik kurtuluş yollarına sarılır ve bunun adına sıkıntıdan kaçmak derdi. Kaçtıkça dahada saplanırdı zihninin içindeki korkunç karanlığına... Yürümeye verir kendini delicesine yürürdü nereye yürüdüğünü bilmeden, zihninin biraz olsun rahatlamasını istiyor ve beynindekileri yürüyerek yollara döküyordu. Aşıktı, geleceğe dair kaygıları geçmişe ait acıları vardı. Zihni geçmişe özlemle bakarken geleceğin kaygısını düşünüyor ve bu ikisi arasında mekik dokuyordu. Ne kadar da yorulmuştu yaşamaktan, yaşıyorum diyebilmek için onun artık bulduğu bir çözüm vardı ve bu okumaktı. Ağlamaktan aptallaşan surat ifadesi, okudukça derin çizgilere bürünüyor ve adeta kızaran bir elma gibi olgunlaşıyordu. Onu pişiren güneş ise çok sevdiği kitaplarıydı. Bu kadar büyük yaşarken sıkıntılarını ileriye dönük yaşama inancı vardı hem de dingin ve özümseyerek hayatı.

Bunu yapabileceğine sonuna kadar inanıyordu. O genç böyle yaşayacak ve çok mutlu olacaktı. “Peki nasıl olacak” dedi bu sırdaşı, okumakla dedi adam. Zaman geçti, adam felsefeden tarihe psikolojiden polisiyeye zıpladı durdu. Bazen uyuşturucu batağına düşen bir genç oldu, bazen silik bir devlet memurunun geçmişine sığdırdığı acıları yaşadı. Kimi zaman zirvedeki tarihi şahsiyetin yalnızlığına ortak oldu. Belki de sürekli başkalarının sıkıntısına, problemlerine koşmaktan ve insanların sorunlarına bir psikolog gibi gayet yararlı olan bu adamın bir tek kendine göre ilacı yoktu. Felsefeye daldı, kendini düşündü, tasavvufa daldı kendini buldu. Yaşamın derinliklerine dalarak kitapların içinde kendi realitesine ulaştı. Aslında bu yarattığı sanal bir dünya idi. Fakat oradan gerçeğe dönüşü bambaşka bir adam yapıvermişti onu. Artık oldukça kararlı duruyor, güçlü duruşu keskin bakışlarında mana buluyor adeta bir kudret abidesi gibi hayatın içine usulca süzülüyordu.

Bütün bunları yaparken kitapların deryasına dalıyor ve karakterlerin içinde kendine yer arıyordu. Zihnini dinlendiren bu adam sakin ve rahattı. Bu devam eden ruh hali ne kadar sürecek bunu bilmeden okuyordu sadece okuyor... “Ne yaptın?” dedi sırdaş, “kitaplardan medet buldum” dedi adam, “peki ya ben” dedi sırdaş, “okuyacaksın” dedi adam “okuyup kendini bulacaksın.” Geçmişteki yaşadıklarımıza, insanların hallerine, insanların anlaşılmaz tavırlarına tebessümle bakıp gülmeyi öğrenmesini istiyordu adam ve ona: “Anıların iyileri de vardır kötüleri de önemli olan bunların her ikisini de güzel bir şekilde anmaktır. Geçmişi tebssümle hatırla çünkü o geçmişte bende varım” diyerek düşünce deryasına bıraktı sırdaşını...


Hacı FİDAN
Devamını Oku »

18 Temmuz 2014 Cuma

İki Kişinin Bildiği Alfabeden Aşkı Anlatmak

Şifreli konuşmalar için ya çocuk olmak lazım ya da çok korkak... Bunun dışında insan sayısı kadar alternatif üretilebilir. Aşk öyküsü denince aklımıza gelen ani başlangıçlar, bilinen süreçler ve sessiz sonlanışlar mıdır? Yoksa ciddi mücadeleler, kavuşamamanın getirdiği yeni mana yüklemeleri ve derin izler bırakan, tamamlanmamış, sonuna üç nokta konmuş cümleler mi?

Bir roman düşünün... 1960’lı yılların Kıbrıs’ında başlıyor, sonra bir kronolojiye uymadan tıpkı roman kahramanın yaşadığı duygular gibi bir ileri bir geri gidip geliyor, değişiyor, dönüşüyor, durgunlaşıyor ve yeniden şiddetleniyor... Ve şifreli bir alfabe ile başlayan duygular, aşk denen okyanus içerisinde bir sal olup yol almaya başlıyor.

“Hayaller oturabileceğiniz en büyük evdir” diyen bir romandan bahsederken aşklar geri planda kalır... O zaman akla aşkla şekillenen hayat mı yoksa hayatla şekillenen aşk mı yaşandığı sorusu gelir...

“Yaz” bir mevsim adı ya da bir eylem

Kitapların yazıldığı mevsimlerin, okunmasında etkili olup olmadığı araştırılması gereken konu olarak bir kenarda dursun. “Yaz” dendiğinde kimilerinin aklına inanılmaz anılarla dolu bir mevsim gelirken, kimilerinin aklına da yazma eyleminin coşkusu/zorluğu ve zorunluluğu gelir... Kürşat Başar’ın “Yaz” adlı romanı da işte okuyucularına her iki seçeneği de sunuyor ve hangisinin daha önemli olduğunun kararını okuyucuya bırakıyor...

Yazarın on yıl aradan sonra kaleme aldığı bu roman; hayata kayıplar ve boşluklarla başlayan bir gencin yaşadığı travmaları ve büyüme sürecini anlatıyor. Hikâyenin kahramanı Murat, bu hayatı kavrama ve içine kapanıklığını çözme sürecinde Emel ile karşılaşıyor... Bu karşılaşma o içine kapandığı ve hayatı kitaplardan öğrenmeye çalıştığı bütün süreçlerini altüst ediyor. Sırlar, şifreler, farklı dünyalar ve insan fıtratının getirdiği farklılıkların insanları birbirine yaklaştırması ve bazen de birbirleri arasına duvarlar örmesini usulca okurun kulağına fısıldıyor...

“Yaz” baştan aşağı olaylarla ilerlemiyor. Murat’ın dilinden hayata dair aspirin fikirler aralara serpiştiriliyor. Yakalayabilenler için boyutu minik ama manası büyük sloganlar, düşünceler arasında savruluyor...

Küçükken hepimiz, bir an önce, "hayata atılmak" için yanıp tutuşuruz. Bir romanı okurken kahramanın başına neler geleceğini bilmezsiniz ama isterseniz bir hile yapar ve ilerleyen sayfaları açıp neler olacağını öğrenebilir, hatta kitabın sonunu okuyabilirsiniz. Ama kendi hayatınızda bunu yapamazsınız. O atıldığınız hayatın sizi nereye sürükleyeceğini, başınıza neler geleceğini, geri dönüp dönemeyeceğinizi hiç bilemezsiniz. Çoğu zaman bildiğinizi sansanız bile... (Yaz, Kürşat Başar, 2014)

Yaptığı genellemeleri, yaşadığı sevinç ve hayal kırıklıkları ile besleyen yazar, Murat’a biçtiği sessiz, düşünceli ve sabırlı adam kişiliğiyle söylemesi gerekenleri hiç zorlamadan özetliyor.

İnsanın başka yerlerde başka hayatlar kurup kendisini tümüyle bir başkası gibi görmesi mümkün ama aynaya baktığında gördüğü kendi yüzünden kurtulması mümkün değil. Çoğumuz bir biçimde kendimizi aldatıyoruz. Elbette başkalarını da... Belki pek çok insan ömrünün sonuna dek bunu sürdürebiliyor ve yaşadığı yerde kendisine tutulan aynalarda bile farklı bir yansıma gördüğüne kendini inandırabiliyor... 

Roman kahramanını öne çıkaran iki özellik hem çok okuması, hem de düzenli mektuplar yazması... Okuyucuya samimi gelen bir başka noktada olayları anlatırken bazı bölümlerini hatırlamadığı, bazı yerlerde gerçekten öyle mi olduğu yoksa bunu kendi zihninde mi yoğurduğu konusunda emin olmadığına dair itiraflarda bulunması.

"…kim bu devirde, televizyondaki bir diziyi, çalıp duran telefonda bir arkadaşın anlattıklarını, tanıyıp tanımadığı insanlara olur olmaz notlar yazmayı, bilgisayar başında geçirilen saatleri, akşama gidilecek eğlenceyi bırakıp da yüzlerce sayfalık bir romanı, satırlarını, bölümlerini atlamadan okur ?" 

“Günün birinde hepimiz başkalarının, yalnızca başkalarının dilindeki sözcüklere dönüşeceğiz” 

“Yaz” romanı ana karakteri sakin, duygularını yoğun olarak içinde yaşayan, çok konuşmayan yapısıyla, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı ve Zülfü Livaneli’nin Kardeşimin Hikâyesi’nin ana karakterlerini anımsatıyor... “Yaz”ı özel kılan ise, Murat’ın sadece kendi yaşadığı tecrübelerini anlatmakla kalmayıp, hayatın bütün süreçlerinde insana dair fikirleri sıkça dile getirmesi ve bunu kişiliklerle sınırlamaması.

Bir Ramazan günü iş çıkışı Kızılay Güvenpark’ta oturup sonunu heyecanla okuduğum “Yaz”, hem yazma isteğimi artıran hem de yeni kitaplar okumaya teşvik eden yönüyle ruhumda bir yerde bekliyor...

Ve aklıma Jerome David Salinger’ın, Çavdar Tarlasında Çocuklar adlı kitabındaki o harika cümle geliyor: “Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir...”


Mustafa OĞUZ
mustafaoguz1@gmail.com
Devamını Oku »

17 Temmuz 2014 Perşembe

Dövüş Kulübü

Dövüş Kulübü 1996 yılında Chuck Palahniuk tarafından yazılmış bir romandır. 1999 yılında David Fincher tarafından beyaz perdeye aktarılmış, başrollerinde Brad Pitt(Tyler Durden) ve Edward Norton(Jack) ve Helena Bonham Carter(Marla Singer) rol almıştır. Ufak tefek bilgiler vermek ve yazının ciddiyetini korumak adına wikipedia’dan çalıntıladığım kısımlar bittiğine göre asıl meseleye geçebiliriz.
Asıl mesele şu ki; bir kitabın/yazarın/filmin/şarkının ne anlatmak istediği çok önemli değildir. Ne yazarın ne yönetmenin niyeti önemli değildir. Her şey alıcıda olup biter. Hatta alıcının hayatının belli dönemlerine, ruh haline, yaşantısının çalkantılarına göre bile aldığı şey çok değişkendir.

Benim de hayatımın böyle bir dönemine denk gelmiştir Dövüş Kulübü. Tam en lazım olduğu döneme! Tyler Durden, sirkeyle Jack’in elindeki kimyasal yanığı nötralize ederken “Tebrikler, dibe vurmaya bir adım daha yaklaştın” dediğinde, onu Jack’e değil bana söylemiştir.

Dövüş Kulübü’ne baktığımda, akıcılık derdi olmayan fakat okurken sıkmayan, kurguda mükemmellik aramayan ama yine de bir şaşırtmacayla akılları karıştıran, ne temiz bir üslup peşinde ne de okuyucunun midesini kaldırmamaya özen gösteren bir eser görüyorum. Dövüş Kulübü’ne, tüm bunları dikkate alarak klasik bir roman gözüyle bakmak içindeki o sivri felsefeye haksızlık etmek olur. Her tespitte ve yargıda, güçlü gözlemlerin, farklı ve nevi şahsına münhasır bir bakış açısının izlerini görebiliriz. İnsanın adeta bilincine balyoz gibi inen, tüm normalleri sorgulanabilir ve temelsiz alışkanlıklar haline getiren yazarın çekinmez ve vurdumduymaz söylemleri, kitabı daha da çekici yapıyor.

Bir fıtrat arayışının hikâyesidir benim için bu kitap. Medeniyet adını verdiğimiz oyun parkında, kendi kendimize uydurduğumuz farazi her değerin, her yargının üstüne basa basa sorgulamasını yapar. Mesela sahip olmak ne ifade eder sizin için? Anlamı var mıdır, varsa nedir? Kendinizi nasıl ve neyle tanımlarsınız? Buyurun, Tyler Durden ne diyor bu konuda bakalım:

“Dinleyin sürüngenler; sizler özel değilsiniz,
sizler güzel ya da eşi benzeri olmayan kar tanesi de değilsiniz,
sizler işiniz değilsiniz,
sizler paranız kadar değilsiniz,
bindiğiniz araba değilsiniz,
kredi kartlarınızın limiti değilsiniz,
sizler iç çamaşırınızın markası değilsiniz,
sizler herkes gibi çürüyen birer organik maddesiniz.
Bizler bu dünyanın şarkı söyleyip dans eden pislikleriyiz."

Eğer varlığınızı bunlardan herhangi biriyle tanımlıyorsanız, acilen bir Dövüş Kulübü’ne ihtiyacınız var demektir. Çoğu zaman farkında olmadığımız bu varlığımızı anlamlandırma biçimi, sahip olduklarımızı kaybettiğimizde içine düştüğümüz bir boşluk olarak karşımıza çıkar. Bir gün işimizi kaybettiğimizde bakarız ki tüm hayatımız ve anlamı işimizden ibaretmiş. Bir gün paramızı kaybettiğimizde anlarız ki elimizde olan tek şey paraymış. Anlamalıyız ki –ve belki de tüm hayatımız bunu anlamak uğraşıyla geçecektir-  öğrendiğimiz, bildiğimiz, kabul ettiğimiz ne varsa şüpheyle yaklaşmalı, aidiyetlerimizi, ihtiyaçlarımızı en baştan sorgulamalıyız. Dünyaya ve içine doğduğumuz kurulu düzene en baştan bakmamız lazım. Bakış açımızla fazlasıyla oynayarak hem de. Buna ihtiyacım var mı yoksa bu kendimi tanımladığım, toplum içinde kendime statü biçtiğim bir madalyon mu?

Peki, nedir insanı tanımlayan? Tüm bunların hiçbiri değilsek neyiz biz? Varlığımızı hangi şekilde veya neyle anlamlandırırsak yanılgıya düşmemiş oluruz?

Tüm bu sahip olduğumuzu zannettiğimiz ve bir gün kesinlikle kaybedeceğimiz her şey değilse yaşamak enerjimiz, nedir?

İşte Dövüş Kulübü’nün cevapsız bıraktığı sorular da bunlar. Fakat belki de, cevapsız bırakılmalıydı bu sorular. Doğruyu öğrenmeden önce yanlıştan vazgeçmek gerekiyor belki de.

Hayatından ve işinden memnun, tükettikleriyle mutlu, inandıklarıyla huzurlu biriyseniz acilen bir Dövüş Kulübü’ne ihtiyacınız var demektir!

Bir an önce “dibe vurmanız”, aidiyetlerinizden sıyrılmanız, varlığınızın gerçek anlamı üzerine kafa yoracak kadar çok şey kaybetmeniz gerekiyor demektir!

Çünkü “Acı ve fedakârlık olmadan, hiçbir şeyimiz olmazdı.”

Çünkü “Sahip olduklarımı yok eden kurtarıcı, benim ruhumu kurtarma savaşındadır. Bütün aidiyetleri yolumdan kaldıran öğretmen beni özgür kılacaktır.”

Çünkü “Ancak kaybedecek bir şeyimiz kalmadığında gerçekten özgür olabiliriz.”

Dövüş Kulübü’nü okuyun ve izleyin. Tyler Durden’la mutlaka tanışın. İnşallah, Jack’in söylediği gibi belki “hayatınızın çok garip bir döneminde”  tanırsınız. Belki sizin için çok şeyi değiştirecektir. 

Önyargılarınızdan sıyrılarak okursanız, Dövüş Kulübü sizin de hayatınızı mahvedecek ve buna çok memnun olacaksınız.

“Sen hayatımda başıma gelen en kötü şeysin.”(Marla Singer)


Mert İNAN
Devamını Oku »

Margosyan’ın Gâvur Mahallesi

Öncelikle kitabın yazarından, Mıgırdiç Margosyan’dan bahsetmek istiyorum. O’nu anlatan ifadelerden en hoşuma gideni şu: ‘Margosyan adeta bir kameranın yapabileceği bir ustalıkla resimler çizebilmekte’ Marmara Gazetesi Başyazarı Rober Haddeciyan’a ait bu sözler…

Margosyan’ın doğum yeri, okuduğum kitabına da adını veriyor. 1938 yılında Diyarbakır’ın Hançepek Mahallesi (Gâvur Mahallesi)’nde dünyaya gelmiş.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu olan Margosyan, 1966-1972 yılları arasında Üsküdar Selamsız’daki Surp Haç Tıbrevank Ermeni Lisesi’nde müdürlüğün yanı sıra felsefe, psikoloji, Ermeni dili ve edebiyatı öğretmenliği yapmış Ermeni bir yazar.

Diyarbakır’da ‘gâvur’ olduğu için, İstanbul’da da Diyarbakır’dan geldiği için dışlanan, ülkemizde  ötekileştirilmesine rağmen birleştirici ve kucaklayıcı bir üslup sahibi, kıymeti çok bilinmeyen, genelde yaşadıklarını yazan ve yazdıklarını okurlara yaşatan bir yazar.

Kitabın; Mıgırdiç Margosyan hakkında bilgi sahibi olunarak okunmasında fayda gördüğüm için kendisinden bahsederek başlamak istedim.

---

Gelelim Gâvur Mahallesi’ne…

Kitabın orijinal adı Mer Ayt Goğmerı (Bizim Oralar). 1988’de Ermenice kaleme alıyor Margosyan. Ve bu kitabıyla, Paris’te Ermenice yazan yazarlara verilen Eliz Kavukçuyan Vakfı Edebiyat Ödülü`nü alıyor. Daha sonra ise 1992 yılında, Türkçe olarak Gâvur Mahallesi ismiyle yayınlanıyor kitap. Ayrıca Kürtçe’ye çevrilmişi de mevcuttur.

Margosyan kitabında, çocukluğunun geçtiği mahalledeki yaşanmış öyküleri anlatıyor.

‘Yazılarımda, bizim oraları anlattım, gördüğüm ve yaşadığım gibi. Tipleri ve adlarını hemen hemen aynen verdim, değiştirmeden oldukları gibi. Onlardan, o bacolardan, o dayılardan, o amcalardan çoğu öte tarafa göçmüşlerdir. Adları, hatıraları biraz da bu satırlarda, bu kitapta yaşasın.’

Kitap sizleri Diyarbakır’ın sokaklarında gezdirirken;
Aslında birlikte yaşayabilmenin bölgede doğuştan gelen bir kazanım olduğunu,
Günümüzle kıyaslamalar yapıldığında ötekileştirmenin bizlere sonradan öğretildiğini,
Ve bizi biz yapanın farklılıklarımız olduğunu anlıyorsunuz.

Margosyan’ın samimi üslubu duyu organlarınızı ve duygularınızı harekete geçiriyor. Okudukça yaşıyor ve hissediyorsunuz. Margosyan, bir kameranın yapabileceği ustalıkla resimler çiziyor…

Kısacası; Margosyan’la tanışmak için güzel bir kitap…

---

Son olarak değerli yönetmen abim Yusuf Kenan Beysülen’in, Mıgırdiç Margosyan’ın belgeselini hazırladığı süreçte Margosyan’ı tanıdım. Umarım belgesel bir an önce tamamlanır ve izleme fırsatı buluruz…


Muhammet Benek 
Devamını Oku »

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Gece Yürüyüşü’nün Öğrettikleri

Bir kitabı kaç kez okuyabilirsiniz? Ekonomideki “marjinal fayda”  misali okundukça acı mı verir kitaplar yoksa fayda mı sağlar? Yada aynı kitabı yeniden okumanın bir zamanı var mıdır?

Bir kitabı yeniden okuyup okumamanın israf olup olmadığını da zaman zaman düşünmüşümdür. Şüphesiz okuduğumuz kitabın türü, konusu, içeriği hatta bazen yazarı kitabın yeniden okunurluğunu etkiler.
Geçtiğimiz  günlerde Metin Karabaşoğlu’nun ‘Gece Yürüyüşü’ kitabı geçti elime. Yaklaşık on sene önce, üniversite yıllarımda okumuştum kitabı. O zaman için kitabın beni çok sardığını söyleyemem. Hatta yazarın bazı konulardaki hassasiyetini de abartılı bulmuştum. İşte on sene sonra o kitap yeniden geldi ve beni buldu. Tekrar açtım okudum. Başından sonuna kadar geldim. Kitabın içindeki konuların önemi bir yana başka bir konuyu daha belirgince hissetmiş ve daha iyi öğrenmiş oldum.

Kitabı algılama seviyemiz şahsi birikimimiz ile doğru orantılı olduğu için özellikle içinde fikir barındıran kitapları belirli periyodlarla yeniden okumak ve değerlendirmek gerekiyor. Zaman içinde olgunlaşan insan, okuduğu kitaba kendini daha fazla açabiliyor, kitapla iletişim kurabiliyor. Bu düşüncenin içine roman, hikaye girer mi bilmiyorum ama şiir kitaplarının kesinlikle girebileceğini düşünüyorum.

GECE YÜRÜYÜŞÜ


Moraliniz bozuk olduğunda ya da sıkıntılarla boğuştuğunuz anlarda kendinizi yolda bulursunuz bazen. Karanlığın arasına girmek ve uzunca yürüyüşler, düşünmek ve derinleşmek için iyi anlardır.

Gecenin gündüze dönüşünden yola çıkarak, sahip olduğu anlam elinden alınmış olanın gecenin içinden ruhumuzun derinliklerine bir seyahat gerçekleştirmek ihtiyacıyla yazılmış “Gece Yürüyüşü”. Adını peygamberimizin (s.a.v) Mir’ac hadisesinden almış. 

“Uykunun en kalın tabakasını Aydınlanma diye adlandıran bir çağın insanlarıyız. Bizler, gerçekte aydınlık yolculukların bineği olan bir gecede değil; tam anlamıyla karanlık bir gecede yaşıyoruz” diyen Metin Karabaşoğlu, ekliyor. “Kitap ubudiyet miracına giden bir yola  başlayabilmemiz için, önümüzde duran bazı engelleri aşmaya çağırıyor.”

Tabii ki bütün problemleri saymıyor ve bütün problemlerimize bir çözüm bulmuyor. Modernliğin ‘normal’ dediği ve normalleştirdiği; ‘ayrıntı’ gibi gördüğümüz, bizim için ‘basit’ aslında önemli bir çok konuyu irdeliyor yazar. Günümüze, hayatımıza ve kulluğumuza yeniden bakmak için bir fırsat sunuyor, yenilenmiş bir bakış açısıyla...

Yenilenmiş derken hemen belirtelim ki kitap yeni basılmış değil. 1998’de çıkan kitabın 2004 baskısını okudum. Fakat bakış açısını kavradığımızda kitabın içinde olmayan konulara da bakışınız değişecek.

Aile elden gidiyor, Ekonomi notları, Siyaset yazıları, Coğrafyalar ve ötesi, Uygulama notları ve Nüanslar başlığı altında beş bölümden oluşan kitapta aileden topluma, mahalleden dünyaya uzanan yazılar var. Kişisel dünyamızı işgal eden bir sorundan, siyasi olayların yansımalarını veya arka planlarını anlamak üzere detaylar bulmak mümkün. Bu tarz bir kitabın güncelliğini yitirme handikapı olur fakat yazarın konuları irdelerken ilkeler üzerinden gitmesi; bir çok yazının ayetlere, hadislere ve ahlaki esaslara dayanılarak temellendirilmesi yazıların güncelliğini muhafaza etmesini sağlıyor.

Nebevi bir yaşayış arzu edenlere, hayatı nasıl sorgulamak gerektiğine dair güzel bir rehber olabilir.
Fatih Karaşahan

Kitabın Adı: Gece Yürüyüşü
Yazarı: Metin Karabaşoğlu
Yayınevi*: Karakalem (Şimdi Nesil Yayınlarından çıkıyor)
Basım Yılı: 2004
Sayfa Sayısı: 203
(*Bilgiler benim okuduğum baskıya aittir)

'Gece Yürüyüşü' adlı kitaptan kısa kısa...


Resul-i Ekrem a.s.m ilahi vahyi önce kendine, sonra ailesine, sonra yakın akrabasına ve kavmine, sonra tüm insanlara tebliğ etmiştir, doğru. Fakat, bir sonraki adımı attığında, öncekini terketmemiştir. Ailesini uyarmaya başladığında, kendisinin ve ailesinin o güne dek alışageldiği imani dersleri bir kenara atmamıştır. Bir sonraki görev önceki görevlerin rağmına ifa edilmemiştir. Bir sonraki görev, öncekilere rağmen değil, öncekilerle birlikte gerçekleştirilmiştir.

Her salavatta tekrar teyid ettiğimiz bu gerçek, bizim için de çok ciddi uyarılar taşır. Biz, eğer dikkat eder ve unutmazsak kendi dünyamızda da aynı sırayı her daim yaşamamız gerektiğini hatırlatır.

Her şey, önce kendi dünyamızda imani hakikatlerin yerleşmesiyle birlikte ilahi emrin kendi kalbimizde hükümferma kılınmasıyla başlar. Ve bu görev, hiç bir zaman, hiç bir yerde , hiç bir aşamada atlanamaz, bırakılamaz. Aynı şekilde hiç bir vazife, çoluk çocuğumuz ile kendi hanemizde imanı hükümferma kılma çabasını ihmalin mazereti değildir. Olmamalıdır.  (Salavatın bir sırrı)

İslamdan önce büyük kızını diri diri gömen Ömer, İslam’dan sonra, Resulullaha eş olabilecek istidatta bir kız çocuğu yetiştirmiştir. (İki Ömer’in öğrettiği)
Ne var ki anne babasına karşı bu denli sevgi yüklü çocuklara duyulan şefkat, bu asırda adresini şarşırmışa benziyor. Çocukların karnının doyması için onca fedakarlığa razı olunurken, kalblerinin, ruhlarının, akıllarının iman hakikatlerine olan açlığı ve ihtiyacı ya hiç duyulmuyor, yahut, duyulsa bile karşılanmıyor. (Çocuklar öldürülmesin)

İş böyle olunca aileler de ölümün eşiğine geliyor. Para değer ölçüsü, dolayısıyla para getiren iş  “değerli” olduğu için, evin erkeği, ‘eve para getiriyor’ olmak’la otorite kazanıyor. Para değer ve dolayısıyla otorite sebebi olunca da ‘ev hanımı’ olarak kendisini değersiz ve güçsüz hisseden hanımlar, para kazanan bir işle uğraşarak kendileri için bir değer ve otorite alanı açmaya çalışıyorlar. ‘Değerli’ ve ‘eşit’ olmak için para getiren bir iş peşine düşüyorlar.  (Ailenin Ölümü)

Bizler, zaman zaman mü’minane bir tefekküre sırtını çeviren bencil hazır medeniyetin başımıza açtığı bunca işi derk edemeden, aynı kurumların ‘İslami’sini açma derdine düşeriz. ‘İslami’ yuvalar, ‘İslami’ huzurevleri ile, pek çok işi çözümleriz. (Hazır medeniyeti aşmak)

Çocuğumuzun da sözde ‘laik’, gerçekte ‘din dışı’ gayriimani telkinlere muhatap edilerek fikren yara alıyor olduğunu hatırdan çıkamayalım. Ve şunu da unutmayalım: Bize ilahi bir emanet olarak verilen çocuklarımızn eğitimi, ‘milli eğitim’e, hele hele “Bizi tabiat yarattı” diyen Mustafa Kemal’in fikriyatına göre hazırlanmış bulunan bir ‘milli eğitim’in okul müfredatına bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir. Ve her ana baba, çocuğunun ‘imani eğitim’inden sorumludur. (Çocuğu kim eğitmeli)

Günlerimiz bunu derketmeden, sözümona ‘hizmet’le geçiyor. Sonra, gün geliyor, ‘hizmet’ adına başkalarıyla meşgul olmaktan kendisine vakit ayıramadığımız çocuğumuz yolumuzu, çizgimizi terkediyor. (Nereden başlamalı?)

Durup hesabını yapalım: ‘En güzel örnek’ (a.s.m)’ın ailesine ayırdığı zamanı, bizler de ayırıyor muyuz? Yoksa ev çoğu zaman yemek yiyip televizyon seyrettiğimiz ve uyuduğumuz bir yerden mi ibaret kalıyor? Ailenin Rabb-ı Rahim’in nimetlerine beraberce muhatap olduğu yemek anları, Resulullah’ın yaptığı gibi, imani sohbetlerle mi süsleniyor? Ayrıca, çocuğumuzun dünyasında neler var, ne okuyor, ne düşünüyor, soruları ne, korkuları ne, arkadaşları kim, gününü nasıl yaşıyor, hangi derse çalışıyor.. biliyor muyuz? (Mum dibini ışıtmazsa)

Oysa değerin ölçüsü mahlukiyet, masnuiyet ve ubudiyet olunca; her bir şeye yaratılmışlığı, yapılmışlığı, kulluğu itibarıyla değer biçince, değerli değersiz ayrımı anlamsızlaşıyor. O’na nisabetle; O’nun eseri ve kulu olmakla, her bir şeye hadsiz bir değer kazanıyor.(Değer Üzerine)

Resul-i Ekrem’in (a.s.m) hali ile bizim ki arasındaki bu fark; asıl problemin ‘dışarıda’ değil, iç dünyamızda olduğunun belgesidir. Bizler soframıza az şeyler konduğu, evimizde az şey olduğu için şükredemiyor değiliz. Böyle olsa, Resulullah’ın daha az şükretmiş olması gerekirdi. Bizler, soframıza gelen, evimize giren, gözümüze görünen bunca şeye, her biri için tüm kainatın istihdam edildiği rahmet elçileri olarak bakamadığımız için şükretmiyoruz. (Bakışımızı değiştirmek)

Onlar, belki farkına bile varmaksızın, aynı tavrı takınıyor; kendisi problemşn asıl sebebi olan hazır medeniyeti aşmadan çözüme ulaşmak istiyorlar. Kalbimiz pek ısınmasa da akıl ve nefsimizle boğazımıza kadar aynı medeniyetin fantazilerine batmış halde, bizler de çoğu kez aynısını yapıyoruz. Neredeyse irademizi hiç devreye sokmaksızın, ‘çağdaş’lığın sorunlarına ‘çağdaş’ çözümler arıyoruz. (İktisat et, rahat et)

‘Kullan-at’  kültürünü aşmadan, hayatımızı ‘gerçek ihtiyaç’ temeli üzerinde yeniden kurmadan bizi dünyaya hapseden zincirlerden kurtulmamız pek mümkün gözükmüyor. (‘Kullan-at’ toplumu)

Düşünün bakalım: Bugün burnunuz sildiğiniz kağıt mendil, misafirinize verdiğiniz kağıt peçete, bebeğinizin altına bağladığınız hazır bez, acaba tesbihatı ve sair vazifesi yarıda kesilmiş hangi ağacın gözyaşını saklıyor? (Tüketme; kullan)

Eskiden ekser İslam aç olmadığı için telezzüze izin vardır. Ama şimdi ekser İslam açtır; zira ihtiyaç denilen şey dörtten dörtyüz bine çıkmış, zaruri olmayan şeyler de zaruri ihtiyaçlar sınıfına alınmıştır. Gelir gideri bu yüzden karşılayamadığı için de, herkesi bir ‘maişet’ telaşı almıştır. Böyle bir vasatta, telezzüze ihtiyar yoktur. Lezzetli şeyler peşinde olma izni yoktur. Çünkü, “Yüz aç adamın huzurunda kemal-i lezzetle fazla yenilmez.” Herkesin gözünü dünyaya diktiği bir vasatta, dünya nimetleri ve zevkleri peşinde koşar gözüken bir ehl-i din, sair mü’minlerin iç dengeleri sarsmaktadır. (Telezzüz)

Problem, insanların ekmek bulamaması değil; ekmeği nimet bilmemesi. Bugün önüne konulan ekmeği beğenmeyen, siz her gün pasta verseniz, üç gün sonra ondan da şikayet edecek. (Refah değil, şükür)

Ne var ki, küfranı nimeti tevazu sayan, şükür yerine şikayeti vazife edinen bir çağın fertleriyiz. Şu ‘çağdaş’ medeniyet, israflı iktisatsız, şikayetli şükürsüz bir tavrı aşılıyor dimağlarımıza. (Şükür Mesleği)

İnsan ya Allah Resulünün sünnetine göre yaşar; ya da sünnetin muhtevasına yabancı adet, görenek ve alışkanlıklar. Yapılan ibadetler, onun sünnetinin asıl ve esas tutulması ile ibadet olur; yoksa, onlar bile ‘adet’e dönüşür ve adileşir. Ramazan’da bile örtülü bir laikliğin, hatta artık örtülemeyen bir dünyeviliğin görülmesi, bunun delilidir.(Ramazan’ın bile örtemediği)

Sünneti seniyye çizgisinin uzağında bir fikriyat içindeyken, sünnete uygun bir hayat yaşamak ne mümkün! Başkaları gibi düşününce başkalarına benziyoruz. (Enflasyona nebevi bakış)

‘Tarif’i başkalarına kaptırınca da, hakkı bilen bir arif gibi değil, birilerinin tarifede yazdığı gibi düşünüyor insan. Ve başkaları gibi düşündükçe, daha bir başkalaşıyor...(Bir başkalaşmanın öyküsü)

Hayır, kapitalizm, hususan zengin olmak, sermaye sahibi olmak, varlıklı olmak değildir. Var olanı, verilmiş olanı, kendi adına, kendi nefsinin istekleri doğrultusunda ve başkaları aleyhine kullanmaktır. Var olanı Var eden adına; verileni Veren adına kullanmamaktır.

Velhasıl, insanı kapitalist yapan ona bir imkan verilmiş olması değildir. Verilmiş imkanı, Rabbi adına ve O’nun izin ve rızası dahilinde değil, nefis adına, heva ve heves hesabına kullanmasıdır. (İçimizdeki kapitalizm)

İslam dünyasının büyük dönüşümlerine imza atmış hakikat ehlinde, ‘toplum’, ‘devlet’ veya ‘insan’ modelleri görmüyoruz. Mesela Said Nursi, bu yüzden, bütün mesaimizi iman üzerine teksif etmemiz gerektiğini söylüyor.

Bu bakımdan ‘adil düzen’cilere ve bir arada yaşama formülünün sahiplerine bir 
önerimiz var: Gerçekten adil ve gerçekten bir arada dostane yaşanan bir ortamı özlüyorlarsa, ‘model’lerini uygulayacak insanı yetiştirmek için, mesailerini ‘iman’ üzerine teksif etsinler. Önce, iç dünyaları imanın her daim hükmünü icra ettiği bir şuurla donatsınlar. (‘Düzen’ önerenlere öneriler)

Bir mü’minin iktidarı ele geçirmeye çalışan bir teşebbüsün yanında yer alması, ‘İslam adına’ bile olsa, temelinde yatanın ‘kuvvet’ unsuru olması dolayısıyla, ‘felsefi’ bir yaklaşımdır. (‘Ülke’yi değil, ‘ilke’yi esas almak)



Reelpolitik, yani güce dayalı bir siyaset. Buna göre, bir hareketi doğru veya yanlış kılan, yapanın gücü ve kuvvetidir. Bir hareket, güçlü olan yapınca ‘savunma’, zayıf olan yapınca ‘terörizm’dir. İşkence herhangi biri yapınca ‘insanlık ayıbı’, devlet adına iş gördüğü söylenen birileri yapınca ‘kamu yararı’ gereğidir. (“Vatan için can feda” mı?)
Devamını Oku »

Dermansız Sevda: Dewreş ile Adûle

Dewreş ile Adûle; ömrünün yarısını dört duvar arasında geçirmiş bir kürt yazar ve ressamı olan Bawer FERAT tarafından yazılmıştır.

Ezidi bir genç ile Müslüman bir bey’in kızının arasındaki efsaneleşmiş umutsuz aşk hikayesini konu alan kitapta aynı zamanda o bölgede yaşayan toplumlar ve aşiretler arasındaki çatışmalardan bahsedilmektedir.
İlk olarak Evdi(Dewreş'in babası) ile Rıhme (Adûle'nin halası) arasında umutsuz bir aşk başlar. Rıhme’nin abisi Milan Aşireti’nin ağası İbrahim bey: “Ezidi birine kız vermem, toplumlar arasındaki kültürel ve dini farklılıklardan dolayı onlar bizim aileye yakışmaz” der, olaylar büyümeden Rıhme’yi başka birisiyle evlendirir ve onları ayırır. Evdi yıkılır. Kendini tapınağa kapatır, bir süre sonra geri döndüğünde hala nereye baksa Rıhme’yi görür. Ama bir türlü kavuşamaz.

Evdi, Ayşe ile evlenir ve Dewreş doğar. Aradan yıllar geçer ve Dewreş yiğit bir delikanlı olur. Bütün savaşlarda hep en öndedir, kendini herkese karşı ispatlar. Bir gün İbrahim Bey’in çadırına gider ve orda Adule’yi görmesiyle umutsuz bir aşk başlar. Adule de ondan hoşlanmıştır ama birbirlerine bunu söyleyemezler. Aşkları büyüdükçe konuşmak için bahane üretmeye başlarlar. Bir müddet sonra ikisi de birbirine aşklarını söylerler. Adule’yi İbrahim Bey’den istemeye giderler ama İbrahim Bey yine geçmişteki gibi “Ezidiye kız vermem” der. Dewreş çok üzgündür, o kadar çok sevmektedir ki Aduleyi, Adülenin dokunduğu öptüğü ne varsa o da sevip öper. Dewreş bundan sonra çözüm yolu bulmaya çalışır.

Dewreş ile Adûle efsanesi; özünde aşk olan toplumsal bir hikayedir. Devrin, bölgede yaşayan toplumlarının yaşam tarzlarından izlenimler edinmeyi sağlayan tasvirler içinde; toplumlar arasındaki kültürel farklılıkların, çıkarların, dinin, gücün nasıl aşkın önüne geçtigini parça parça hikayeler şeklinde, bir aksiyon-dram film tarzında okuyucuya aktarmıştır. Yazar, dengbejler vasıtasıyla günümüze kadar sözlü bir şekilde ulaşan bu efsaneyi romanlaştırıp sürükleyici, akıcı, sıkılmadan, merak ederek okuyacağınız bir kitap ortaya koymuş. Savaş sahneleri o kadar gerçekçi yazılmış ki; öyle bir an oluyor sanki o sahneyi yaşıyormuş gibi hissediyorsunuz.

Kısacası Dewreş ile Adûle; güzel, destansı bir romandır. Okumanızı tavsiye ederim. Dilerim, en az benim kadar severek okursunuz.


Samet BENEK
Devamını Oku »

14 Temmuz 2014 Pazartesi

Anayurt Oteli Üzerine

Yusuf Atılgan’ın ince romanlarından bir tanesidir. Yapı Kredi Yayınlarından baskısını bulabileceğiniz eser  108 sayfa olup, yüksek edebiyat zevkine hitap eder. Anlaşılması zor felsefe, Psikoanaliz’de Freudyen etkiyi bilmeyenler için oldukça karmaşık olabilir. Ömer  Kavur yönetmenliğinde sinemaya aktarılan eser 60 sonrası Postmodern edebiyatın öncüleri arasında yerini alır.
Yusuf Atılgan romanlarının merkezine “bireyin yalnızlığı” konusunu oturtmuştur. Özellikle Anayurt Oteli (Zebercet) romanlarında “yalnızlık” bir sorun olmaktan çıkmış bir sorunsala dönüşmüştür. Yazar insan ruhunun derinliklerine inmiş, insanın içindeki kötülük tohumlarını gözler önüne sermekten çekinmemiştir. Onun romanları özellikle karakter yaratmada oldukça başarılıdır.
Olaylar bir kasabada geçer, ve daha çok romanlarında sorunlu kişileri konu alarak inceler ve mahrem bilgileri gözler önüne serer. Üslubçu bir yazar alan Atılgan çoğu kişiyi sıkmakla beraber okuması zor bir romandır. Yazar karakter analizi ile karşıtlıklardan yaralanır. Bu yapıyı açıklamak için, anlatının kurgu, karakter, zaman ve mekan gibi öğelerine yayılmış ve metni bütünleyici bir rol oynayan iletişimsizlik/iletişim karşıtlığı ile bu ana karşıtlıktan doğan birey/toplum, kapalı/açık, susma/konuşma, içerisi/dışarısı karşıtlıklarına başvurmamız gerekecektir. Bir de tekrar edilen motifleri gözden kaçırmamak gerekir.


Eğer muhafazakar edebiyat peşinde iseniz, Anayurt oteline yaklaşmayınız, Modernizmin 3 saç ayağına oturur eser, yani; Freud, Max, Darvin. Bunları bir otel görevlisi olan Zebercet üzerinden tahlil eder ve irdeler. 3 katlı olan otel her kat için Ed, Ego ve Süper Egoyu sembolize eder. Otel çalışanı ile olan cinsel fantazileri 3. Katta gerçekleşir ve hiçbir zaman aşağıya inmez, alt katta ise gecikmeli Ankara treni ile gelen bir kadınına yürek bağlılığı psikoanaliz ile incelenir. Sosyolojik değerlendirmeleride yer veren eser, mahalle baskısına dikkat çeker, bıyık metaforu üzerinden kişilik değişimi belirginleşir. Otele gelen kişiler üzerinden toplum eleştirisi yapılır.

Tavsiyemizdir. Anayurt oteli okunur, kısa olması hasebiyle bir pazar günü  hafif bir antidepresan etkisiyle çabucak bitirilebilir.
Saygı ve Hürmetle 


Yunus Yücetürk
Devamını Oku »

Kitabın Tarihi Örnek Model: Mısır Ölüler Kitabı

Kitap dil ve düşünceden ziyade oluşum sürecinde yazıya bağlı bir olgu olmuştur. Yazı çağımızdan önce altmış bin ile dört bin yılları arasında oluşmuştur. Buz çağı insanlarının kaya sanatı, bir ön hazırlık olarak görülebilir. Bu kaya sanatında resim yavaş yavaş şemalaşarak işaret halini alır. Bu aşamadan sonra resim-işaret gelişir. Tüm eski yazı sistemleri bu resim yazısından doğmuştur. Bu yazı sistemlerine en güzel örnek mısır hiyeroglifleridir.

Kitabın ortaya çıkışı ise yazının kaydedildiği malzemeye bağlıdır. En eski malzemeyi düşündüğümüzde ilk aklımıza gelen taş olmaktadır. Önemli olayların unutulmaması için taşın üzerine yazıt olarak adlandırılan ifadeler yazılır olmuştur. Aynı zamanda bu ifadeler belge niteliği taşımış ve yazıt-bilimi oluşturmuştur. Fakat bu oluşumu  kitap adı altında nitelemekten çok anıtsal yazıtlar şeklinde ifade edebiliriz.
Gerçek kitapların ilk malzemesi doğal olarak ağaç olmuştur. Çincede kitabı belirten karakter ağaç yada bambu tabletler biçiminde belirtiyordu. Bunun anlamı kitabın ilk malzemesi demektir. Kitabın diğer eski malzemesi olan kil ise çağımızdan önceki üçüncü bin yılda kullanılmıştır. Yumuşak ve nemli olan kil tabletlere üçgensi bir araçla karakterler çiziliyor ve bu nedenle Sümer ve Asur yazısı kullanılan parçaların biçimini alıyordu. Daha sonra bu tabletler sertleşmeleri için fırında pişiriliyor ve ahşap levha haline getiriliyordu.

Çinliler bu işi yaparken kemikten, kabuklu hayvanlardan, bronzdan yararlandılar. Samiler ve Yunanlar ise deniz kabuklarını tercih ediyorlardı. Kurutularak yağlanan palmiye yapraklarıda yüzyıllarca hintliler tarafından kullanıldı. Fakat antik kitabın temel malzemesi papirüs ve parşömendi. Eski mısırdan bize kalan papirüs kitapların çoğu mezarlarda bulunmuştur. İkinci bin yılın başına tarihlenen Ölüler Kitabı nı buna örnek olarak gösterebiliriz.

Ölüler kitabı eski Mısır halkı tarafından kullanılan ölümden sonraki yaşamda gerekli olacak talimat ve yönlendirmeleri barındırıyordu. Tüm tılsım ve dualar her cenaze için her seferinde okunmaz sosyal statüye göre farklılık arz ederdi. Mısır ölüler kitabı, ölen insanları diriltmek için değil ölen kişiye yol göstermek ve onun hayatını düzenlemek amacı ile oluşturulmuştu. Bu kitap eski Mısırlılar için ölümden sonra kullanılacakları bir kaynak olarak değer kazanmış, Mısır hanedanlık dönemlerinin 18. hanedanlığından başlayarak kullanılmıştır.

Ölüler kitabının orjinali geç dönem hanedanları döneminde yazılmıştır. Kitabın esas ismi “günden dışarı gidenler” anlamına gelirken “Işığa çıkarma” olarak da bilinir. Kitabın 3 tane uyarlaması mevcuttur. Bunlardan ilki Sais uyarlaması diğerleri ise Teb ve Heliopolis uyarlamalarıdır. Sais, Heliapolis, Teb: Antik Mısır şehirleridir. Kitapta yer yer sembolik ifadelere yer verilmiştir . Bu sembolik ifadeler de bize Mısırın antik dönemdeki yazı sistemlerine ışık tutmaktadır. .

Alman bilim adamı Richard Lepsius tarafından 1842 de bu metinlerin bazıları biraraya getirilerek kitabın bilinirliği ve günümüze ulaşması sağlanmıştır.

Hacı Fidan



Devamını Oku »