Anasayfa Haberler Kitap Eleştirileri Film Eleştirileri Yazılar

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Gece Yürüyüşü’nün Öğrettikleri

Bir kitabı kaç kez okuyabilirsiniz? Ekonomideki “marjinal fayda”  misali okundukça acı mı verir kitaplar yoksa fayda mı sağlar? Yada aynı kitabı yeniden okumanın bir zamanı var mıdır?

Bir kitabı yeniden okuyup okumamanın israf olup olmadığını da zaman zaman düşünmüşümdür. Şüphesiz okuduğumuz kitabın türü, konusu, içeriği hatta bazen yazarı kitabın yeniden okunurluğunu etkiler.
Geçtiğimiz  günlerde Metin Karabaşoğlu’nun ‘Gece Yürüyüşü’ kitabı geçti elime. Yaklaşık on sene önce, üniversite yıllarımda okumuştum kitabı. O zaman için kitabın beni çok sardığını söyleyemem. Hatta yazarın bazı konulardaki hassasiyetini de abartılı bulmuştum. İşte on sene sonra o kitap yeniden geldi ve beni buldu. Tekrar açtım okudum. Başından sonuna kadar geldim. Kitabın içindeki konuların önemi bir yana başka bir konuyu daha belirgince hissetmiş ve daha iyi öğrenmiş oldum.

Kitabı algılama seviyemiz şahsi birikimimiz ile doğru orantılı olduğu için özellikle içinde fikir barındıran kitapları belirli periyodlarla yeniden okumak ve değerlendirmek gerekiyor. Zaman içinde olgunlaşan insan, okuduğu kitaba kendini daha fazla açabiliyor, kitapla iletişim kurabiliyor. Bu düşüncenin içine roman, hikaye girer mi bilmiyorum ama şiir kitaplarının kesinlikle girebileceğini düşünüyorum.

GECE YÜRÜYÜŞÜ


Moraliniz bozuk olduğunda ya da sıkıntılarla boğuştuğunuz anlarda kendinizi yolda bulursunuz bazen. Karanlığın arasına girmek ve uzunca yürüyüşler, düşünmek ve derinleşmek için iyi anlardır.

Gecenin gündüze dönüşünden yola çıkarak, sahip olduğu anlam elinden alınmış olanın gecenin içinden ruhumuzun derinliklerine bir seyahat gerçekleştirmek ihtiyacıyla yazılmış “Gece Yürüyüşü”. Adını peygamberimizin (s.a.v) Mir’ac hadisesinden almış. 

“Uykunun en kalın tabakasını Aydınlanma diye adlandıran bir çağın insanlarıyız. Bizler, gerçekte aydınlık yolculukların bineği olan bir gecede değil; tam anlamıyla karanlık bir gecede yaşıyoruz” diyen Metin Karabaşoğlu, ekliyor. “Kitap ubudiyet miracına giden bir yola  başlayabilmemiz için, önümüzde duran bazı engelleri aşmaya çağırıyor.”

Tabii ki bütün problemleri saymıyor ve bütün problemlerimize bir çözüm bulmuyor. Modernliğin ‘normal’ dediği ve normalleştirdiği; ‘ayrıntı’ gibi gördüğümüz, bizim için ‘basit’ aslında önemli bir çok konuyu irdeliyor yazar. Günümüze, hayatımıza ve kulluğumuza yeniden bakmak için bir fırsat sunuyor, yenilenmiş bir bakış açısıyla...

Yenilenmiş derken hemen belirtelim ki kitap yeni basılmış değil. 1998’de çıkan kitabın 2004 baskısını okudum. Fakat bakış açısını kavradığımızda kitabın içinde olmayan konulara da bakışınız değişecek.

Aile elden gidiyor, Ekonomi notları, Siyaset yazıları, Coğrafyalar ve ötesi, Uygulama notları ve Nüanslar başlığı altında beş bölümden oluşan kitapta aileden topluma, mahalleden dünyaya uzanan yazılar var. Kişisel dünyamızı işgal eden bir sorundan, siyasi olayların yansımalarını veya arka planlarını anlamak üzere detaylar bulmak mümkün. Bu tarz bir kitabın güncelliğini yitirme handikapı olur fakat yazarın konuları irdelerken ilkeler üzerinden gitmesi; bir çok yazının ayetlere, hadislere ve ahlaki esaslara dayanılarak temellendirilmesi yazıların güncelliğini muhafaza etmesini sağlıyor.

Nebevi bir yaşayış arzu edenlere, hayatı nasıl sorgulamak gerektiğine dair güzel bir rehber olabilir.
Fatih Karaşahan

Kitabın Adı: Gece Yürüyüşü
Yazarı: Metin Karabaşoğlu
Yayınevi*: Karakalem (Şimdi Nesil Yayınlarından çıkıyor)
Basım Yılı: 2004
Sayfa Sayısı: 203
(*Bilgiler benim okuduğum baskıya aittir)

'Gece Yürüyüşü' adlı kitaptan kısa kısa...


Resul-i Ekrem a.s.m ilahi vahyi önce kendine, sonra ailesine, sonra yakın akrabasına ve kavmine, sonra tüm insanlara tebliğ etmiştir, doğru. Fakat, bir sonraki adımı attığında, öncekini terketmemiştir. Ailesini uyarmaya başladığında, kendisinin ve ailesinin o güne dek alışageldiği imani dersleri bir kenara atmamıştır. Bir sonraki görev önceki görevlerin rağmına ifa edilmemiştir. Bir sonraki görev, öncekilere rağmen değil, öncekilerle birlikte gerçekleştirilmiştir.

Her salavatta tekrar teyid ettiğimiz bu gerçek, bizim için de çok ciddi uyarılar taşır. Biz, eğer dikkat eder ve unutmazsak kendi dünyamızda da aynı sırayı her daim yaşamamız gerektiğini hatırlatır.

Her şey, önce kendi dünyamızda imani hakikatlerin yerleşmesiyle birlikte ilahi emrin kendi kalbimizde hükümferma kılınmasıyla başlar. Ve bu görev, hiç bir zaman, hiç bir yerde , hiç bir aşamada atlanamaz, bırakılamaz. Aynı şekilde hiç bir vazife, çoluk çocuğumuz ile kendi hanemizde imanı hükümferma kılma çabasını ihmalin mazereti değildir. Olmamalıdır.  (Salavatın bir sırrı)

İslamdan önce büyük kızını diri diri gömen Ömer, İslam’dan sonra, Resulullaha eş olabilecek istidatta bir kız çocuğu yetiştirmiştir. (İki Ömer’in öğrettiği)
Ne var ki anne babasına karşı bu denli sevgi yüklü çocuklara duyulan şefkat, bu asırda adresini şarşırmışa benziyor. Çocukların karnının doyması için onca fedakarlığa razı olunurken, kalblerinin, ruhlarının, akıllarının iman hakikatlerine olan açlığı ve ihtiyacı ya hiç duyulmuyor, yahut, duyulsa bile karşılanmıyor. (Çocuklar öldürülmesin)

İş böyle olunca aileler de ölümün eşiğine geliyor. Para değer ölçüsü, dolayısıyla para getiren iş  “değerli” olduğu için, evin erkeği, ‘eve para getiriyor’ olmak’la otorite kazanıyor. Para değer ve dolayısıyla otorite sebebi olunca da ‘ev hanımı’ olarak kendisini değersiz ve güçsüz hisseden hanımlar, para kazanan bir işle uğraşarak kendileri için bir değer ve otorite alanı açmaya çalışıyorlar. ‘Değerli’ ve ‘eşit’ olmak için para getiren bir iş peşine düşüyorlar.  (Ailenin Ölümü)

Bizler, zaman zaman mü’minane bir tefekküre sırtını çeviren bencil hazır medeniyetin başımıza açtığı bunca işi derk edemeden, aynı kurumların ‘İslami’sini açma derdine düşeriz. ‘İslami’ yuvalar, ‘İslami’ huzurevleri ile, pek çok işi çözümleriz. (Hazır medeniyeti aşmak)

Çocuğumuzun da sözde ‘laik’, gerçekte ‘din dışı’ gayriimani telkinlere muhatap edilerek fikren yara alıyor olduğunu hatırdan çıkamayalım. Ve şunu da unutmayalım: Bize ilahi bir emanet olarak verilen çocuklarımızn eğitimi, ‘milli eğitim’e, hele hele “Bizi tabiat yarattı” diyen Mustafa Kemal’in fikriyatına göre hazırlanmış bulunan bir ‘milli eğitim’in okul müfredatına bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir. Ve her ana baba, çocuğunun ‘imani eğitim’inden sorumludur. (Çocuğu kim eğitmeli)

Günlerimiz bunu derketmeden, sözümona ‘hizmet’le geçiyor. Sonra, gün geliyor, ‘hizmet’ adına başkalarıyla meşgul olmaktan kendisine vakit ayıramadığımız çocuğumuz yolumuzu, çizgimizi terkediyor. (Nereden başlamalı?)

Durup hesabını yapalım: ‘En güzel örnek’ (a.s.m)’ın ailesine ayırdığı zamanı, bizler de ayırıyor muyuz? Yoksa ev çoğu zaman yemek yiyip televizyon seyrettiğimiz ve uyuduğumuz bir yerden mi ibaret kalıyor? Ailenin Rabb-ı Rahim’in nimetlerine beraberce muhatap olduğu yemek anları, Resulullah’ın yaptığı gibi, imani sohbetlerle mi süsleniyor? Ayrıca, çocuğumuzun dünyasında neler var, ne okuyor, ne düşünüyor, soruları ne, korkuları ne, arkadaşları kim, gününü nasıl yaşıyor, hangi derse çalışıyor.. biliyor muyuz? (Mum dibini ışıtmazsa)

Oysa değerin ölçüsü mahlukiyet, masnuiyet ve ubudiyet olunca; her bir şeye yaratılmışlığı, yapılmışlığı, kulluğu itibarıyla değer biçince, değerli değersiz ayrımı anlamsızlaşıyor. O’na nisabetle; O’nun eseri ve kulu olmakla, her bir şeye hadsiz bir değer kazanıyor.(Değer Üzerine)

Resul-i Ekrem’in (a.s.m) hali ile bizim ki arasındaki bu fark; asıl problemin ‘dışarıda’ değil, iç dünyamızda olduğunun belgesidir. Bizler soframıza az şeyler konduğu, evimizde az şey olduğu için şükredemiyor değiliz. Böyle olsa, Resulullah’ın daha az şükretmiş olması gerekirdi. Bizler, soframıza gelen, evimize giren, gözümüze görünen bunca şeye, her biri için tüm kainatın istihdam edildiği rahmet elçileri olarak bakamadığımız için şükretmiyoruz. (Bakışımızı değiştirmek)

Onlar, belki farkına bile varmaksızın, aynı tavrı takınıyor; kendisi problemşn asıl sebebi olan hazır medeniyeti aşmadan çözüme ulaşmak istiyorlar. Kalbimiz pek ısınmasa da akıl ve nefsimizle boğazımıza kadar aynı medeniyetin fantazilerine batmış halde, bizler de çoğu kez aynısını yapıyoruz. Neredeyse irademizi hiç devreye sokmaksızın, ‘çağdaş’lığın sorunlarına ‘çağdaş’ çözümler arıyoruz. (İktisat et, rahat et)

‘Kullan-at’  kültürünü aşmadan, hayatımızı ‘gerçek ihtiyaç’ temeli üzerinde yeniden kurmadan bizi dünyaya hapseden zincirlerden kurtulmamız pek mümkün gözükmüyor. (‘Kullan-at’ toplumu)

Düşünün bakalım: Bugün burnunuz sildiğiniz kağıt mendil, misafirinize verdiğiniz kağıt peçete, bebeğinizin altına bağladığınız hazır bez, acaba tesbihatı ve sair vazifesi yarıda kesilmiş hangi ağacın gözyaşını saklıyor? (Tüketme; kullan)

Eskiden ekser İslam aç olmadığı için telezzüze izin vardır. Ama şimdi ekser İslam açtır; zira ihtiyaç denilen şey dörtten dörtyüz bine çıkmış, zaruri olmayan şeyler de zaruri ihtiyaçlar sınıfına alınmıştır. Gelir gideri bu yüzden karşılayamadığı için de, herkesi bir ‘maişet’ telaşı almıştır. Böyle bir vasatta, telezzüze ihtiyar yoktur. Lezzetli şeyler peşinde olma izni yoktur. Çünkü, “Yüz aç adamın huzurunda kemal-i lezzetle fazla yenilmez.” Herkesin gözünü dünyaya diktiği bir vasatta, dünya nimetleri ve zevkleri peşinde koşar gözüken bir ehl-i din, sair mü’minlerin iç dengeleri sarsmaktadır. (Telezzüz)

Problem, insanların ekmek bulamaması değil; ekmeği nimet bilmemesi. Bugün önüne konulan ekmeği beğenmeyen, siz her gün pasta verseniz, üç gün sonra ondan da şikayet edecek. (Refah değil, şükür)

Ne var ki, küfranı nimeti tevazu sayan, şükür yerine şikayeti vazife edinen bir çağın fertleriyiz. Şu ‘çağdaş’ medeniyet, israflı iktisatsız, şikayetli şükürsüz bir tavrı aşılıyor dimağlarımıza. (Şükür Mesleği)

İnsan ya Allah Resulünün sünnetine göre yaşar; ya da sünnetin muhtevasına yabancı adet, görenek ve alışkanlıklar. Yapılan ibadetler, onun sünnetinin asıl ve esas tutulması ile ibadet olur; yoksa, onlar bile ‘adet’e dönüşür ve adileşir. Ramazan’da bile örtülü bir laikliğin, hatta artık örtülemeyen bir dünyeviliğin görülmesi, bunun delilidir.(Ramazan’ın bile örtemediği)

Sünneti seniyye çizgisinin uzağında bir fikriyat içindeyken, sünnete uygun bir hayat yaşamak ne mümkün! Başkaları gibi düşününce başkalarına benziyoruz. (Enflasyona nebevi bakış)

‘Tarif’i başkalarına kaptırınca da, hakkı bilen bir arif gibi değil, birilerinin tarifede yazdığı gibi düşünüyor insan. Ve başkaları gibi düşündükçe, daha bir başkalaşıyor...(Bir başkalaşmanın öyküsü)

Hayır, kapitalizm, hususan zengin olmak, sermaye sahibi olmak, varlıklı olmak değildir. Var olanı, verilmiş olanı, kendi adına, kendi nefsinin istekleri doğrultusunda ve başkaları aleyhine kullanmaktır. Var olanı Var eden adına; verileni Veren adına kullanmamaktır.

Velhasıl, insanı kapitalist yapan ona bir imkan verilmiş olması değildir. Verilmiş imkanı, Rabbi adına ve O’nun izin ve rızası dahilinde değil, nefis adına, heva ve heves hesabına kullanmasıdır. (İçimizdeki kapitalizm)

İslam dünyasının büyük dönüşümlerine imza atmış hakikat ehlinde, ‘toplum’, ‘devlet’ veya ‘insan’ modelleri görmüyoruz. Mesela Said Nursi, bu yüzden, bütün mesaimizi iman üzerine teksif etmemiz gerektiğini söylüyor.

Bu bakımdan ‘adil düzen’cilere ve bir arada yaşama formülünün sahiplerine bir 
önerimiz var: Gerçekten adil ve gerçekten bir arada dostane yaşanan bir ortamı özlüyorlarsa, ‘model’lerini uygulayacak insanı yetiştirmek için, mesailerini ‘iman’ üzerine teksif etsinler. Önce, iç dünyaları imanın her daim hükmünü icra ettiği bir şuurla donatsınlar. (‘Düzen’ önerenlere öneriler)

Bir mü’minin iktidarı ele geçirmeye çalışan bir teşebbüsün yanında yer alması, ‘İslam adına’ bile olsa, temelinde yatanın ‘kuvvet’ unsuru olması dolayısıyla, ‘felsefi’ bir yaklaşımdır. (‘Ülke’yi değil, ‘ilke’yi esas almak)



Reelpolitik, yani güce dayalı bir siyaset. Buna göre, bir hareketi doğru veya yanlış kılan, yapanın gücü ve kuvvetidir. Bir hareket, güçlü olan yapınca ‘savunma’, zayıf olan yapınca ‘terörizm’dir. İşkence herhangi biri yapınca ‘insanlık ayıbı’, devlet adına iş gördüğü söylenen birileri yapınca ‘kamu yararı’ gereğidir. (“Vatan için can feda” mı?)

Hiç yorum yok: